21 Ocak 2011 Cuma

İnsan ve Tarih

   Tarih, insanların geçmişteki her türlü faaliyetini, olayların birbiriyle olan ilişkilerini, sebep-sonuç belirterek yer ve zaman göstererek, belgelere dayalı olarak inceleyen bir bilim dalıdır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere tarihi meydana getiren insandır. Hikâye, masal, efsana ve kıssalarda değişmez kahraman olarak öne çıkaması insanın tarihe karşı ilgisini artırmıştır.

   Tarih, insan hafızasında hep geçmişe ait bir kavram olarak yer edinmiştir. Bunu sebebi, tarihin geçmişte yaşanan olaylara konu edinmesidir. İngiliz tarihçi Collingwood (Kolinvud)’un dediği gibi “Gemiş, bir anlamda bugün hâlâ yaşayan bir zaman dilimidir.”. Geçmişte yaşanan olayların etkisi uzun süre devam edebilir. Bu yüzden günümüzdeki olayların açıklanmasında geçmiş, önemli bir yere sahiptir. İngiliz tarihçi Edward H. Carr “Tarih Nedir?” adlı kitabında tarihi, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog olarak ifade etmektedir. İnsan, tarih bilimiyle geçmişi sorgulayarak geleceğine yön vermektedir. “Nereden gelip, nereye gidiyoruz?” sorusunun cevabını tarihin ışığında aramaktadır. Böyle insan, geçmişini tarih aracılığıyla anlamaya ve sorgulamaya çalışmaktadır.

Tarihte Sebep-Sonuç ve Yer-Zaman İlişkisi

   Bir olayın tarihî olay kapsamı içerisinde değerlendirilebilmesi için olayın yeri ve zamanı bilinmeli ve olayın üzerinden belli bir zaman geçmişi olmalıdır. Tarihî olaylar belirli bir coğrafyada gerçekleşir ve bu coğrafyanın olayın oluşumu ve gelişiminde etkisi vardır. Bu nedenle olayların sebep ve sonuçlarının bütün yönleriyle anlaşılıp açıklanabilmesi için olayın geçtiği mekânın bilinmesi gerekir.

   Tarihi olaylar süreklilik gösterdiği için olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi vardır; bir olay kendinden önceki bir olayın sonucu ve kendisinden sonraki bir olayın sebebini oluşturabilir. Bu nedenle tarihte zaman ve kronoloji son derece önemlidir. Olayların üzerinden belli bir zamanın geçmesi ise olayın sonuçlarının ve etkilerinin tüm yönleriyle görülüp analizinin yapılması ve hangi olayın nedeni ya da sonucu olduğunun tespit edilmesi açısından önemlidir.

Tarih Biliminin Yöntemi

   Bir sonuca ulaşmak için bilim ve mantığa uygun biçimde yapılan araştırma şekline yöntem denir. Her bilim dalı mutlaka bir yöntem kullanmak zorundadır. Sosyal bilimler ve fen bilimlerinin yöntemleri birbirinden farklıdır. Fen bilimleri; gözlemlere deneylere, laboratuvar ölçümlerine, formüllere, kural, yasa ve sonuçlara dayalı bir yöntem kullanır. Sosyal bir bilim olan tarih ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayları konu edinir. Bu nedenle geçmişte yaşanmış olayları yeniden deneye tabi tutmak ve olayla ilgili genel kanunlara ulaşmak mümkün değildir. Ayrıca geçmişteki bir olayın aynı şartlarda tekrarlanması da imkânsızdır. Tarihi, bilim hâline getiren araştırıcılığı ve sorgulayıcılığıdır.

   Tarihin yönetimi tarihî olayları inceleyerek anlamak ve açıklamaktır. Tarihî olaylar hakkında doğru bilgi edinmek ancak o dönemden kalan ve olaya tanıklık edebilecek belge ve bulguların değerlendirilmesi ile mümkündür. Bu değerlendirilmede sistematik bir yöntem izlenir.

   Tarih yönteminin bilimi beşe ayrılır.

Tarih Biliminin Yönteminde Kullanılan 5 Aşama

a. TARAMA
(Kaynak Arama)

Tarihe kaynaklık
edebilecek her
türlü bilgi ve verilerin
bulunması aşamasıdır.
b. TASNİF
(Sınıflandırılma)
Toplanan verilerin
bir sistem dahilinde
sınıflandırılması
aşamasıdır.
c. TAHLİL
(Çözümleme)
Elde edilen verilerin
kaynak ve bilgi
yönünden yeterli
olup olmadığının
kontrol edilmesi
aşamasıdır.
d. TENKİT
(Eleştiri)
Toplanan verilerin
gerçekliği ve bilgi
açısından güvenirliğinin
tespit edildiği
aşamadır.
e. TERKİP
(Sentez)
Toplanan verilerin
birleştirelerek sonuca
ulaşılması aşamasıdır. Bu aşamada olaylar değişik
açılardan (kültürel, ekonomik vb.) incelenerek sonuca ulaşılır.

Yüzyıl ve Milat Kavramları


 
   Yukarıdaki resimde yüzyıl ve milat kavramları yer almaktadır.

Türklerin Kullandığı Takvimler

   Türklerin ilk kullanmış oldukları takvim; güneş yılını esas alan ve yılların hayvan isimleriyle belirtildiği on iki hayvanlı Türk takvimidir.

   Türkler islamiyetin kabülünden sonra hicri takvimi kullanmaya başlamışlardır. Büyük Selçuklular döneminde Sultan Melik Şah tarafından yaptırılan ve güneş yılı esas alınan Celali takvim kullanılmışmıştır.

   Osmanlılar Devleti’nde mali işlerde güneş yılı esasına göre düzenlenen Rumi takvim kullanılmaya başlandı. 1917 yılında ise Takvim-i Garbi adıyla Miladi takvime yakın bir takvim kullanılmıştır.

   Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ise 26 Aralık 1925′te Miladi takvim kabul edildi ve 1 Ocak 1926′dan itibaren kullanılmaya başlandı.

   Türklerin Kullandığı Takvimler Tablo Halinde Sırasıyla
  
12 Hayvanlı Türk Takvimi
Takvimin Adı: 12 Hayvanlı Türk Takvimi
Esas Aldığı Yıl Sistemi: Güneş
Özellikler:
- Her yıl bir hayvan adıyla anılır.
- 1 yıl 365 gün, 5 saat olarak kabul edilmiştir.
- 12 yılda 1 devir yapar. Yıllar sayı ile değil, hayvan adlarıyla gösterilir.
- Aylar sayılarla belirtilmiştir.
- Bu takvim Türklerden başka Çinliler, Tibetliler tarafından da kullanılmıştır.

Hicri Takvim
Takvimin Adı: Hicri Takvim
Esas Aldığı Yıl Sistemi: Ay
Özellikler:
- Bir yıl 354 gündür. Kamerî (ay) takvim olarak da bilinir.
- Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini (622) başlangıç yılı olarak esas almıştır.
- Hz. Ömer Döneminde oluşturulmuştur.
- Ülkemizde 1 Ocak 1926′ ya kadar yürürlükte olan bu takvim, günümüzde sadece dinî ay ve günlerin belirlenmesinde kullanılmaktadır.

Celali Takvim
Takvimin Adı: Celali Takvim
Esas Aldığı Yıl Sistemi: Güneş
Özellikler:
- Bir yıl 365 gün 6 saat olarak kabul edilmiştir.
- Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından yaptırılmıştır.
- Takvimin başlangıç tarihi olarak 1079 yılı kabul edilmiştir.
- Babür Devleti tarafından da kullanılmıştır.

Rumi Takvim
Takvimin Adı: Rumi Takvim
Esas Alındığı Yıl Sistemi: Güneş
Özellikler:
- Bir yıl 365 gün 6 saat olarak kabul edilmiştir.
- Takvimin başlangıç tarihi olarak hicret kabul edilmiştir.
- Gündelik hayatta hicri takvim kullanılırken 1839 yılından itibaren Osmanlı Devleti’nde mali işlerde (vergi, maaş vb.) aksama olmaması için kullanılmıştır.

Miladi Takvim
Takvimin Adı: Miladi Takvim
Esas Alındığı Yıl Sistemi: Güneş
Özellikler:
-
Bir yıl 365 gün 6 saat olarak kabul edilmiştir.
- Gregoryen takvimi olarak da bilinir.
- Başlangıç olarak 1 Ocak tarihi kabul edilmiştir.
- Miladi takvimin ilk şekli Mısırlılara aittir.
- Romalılar ve Para XIII.Gregorious tarafından geliştirilmiştir.
- Hz. İsa’nın doğumu takvim başlangıcı olarak kabul edildiğinden bu takvime miladi takvim adı verilmiştir.
- Ülkemizde 1 Ocak 1926′dan itibaren kullanılmaya başlanmıştır.

Atatürk’ün Tarih Öğrenimine Verdiği Önem




   Tarihe büyük ilgi duyan Atatürk, “Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha büyük olur.” diyerek tarih öğrenimine verdiği önemi göstermiştir. O, Türklüğün bütün özelliklerini, niteliklerini dile getirmekle kalmamış, Türk gencine kendi tarihini öğrenmeyi bir hedef olarak göstermiştir.

   Atatürk Türk ve dünya tarihinin araştırılması konusunda büyük gayret göstermiştir. O bu konuda şöyle demektedir: “Türk milletinin tarihi, şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir. Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlerlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihada bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra Türk tarihinin doğru kaynaklara dayandırılarak araştırılmasına büyük önem vermiştir. Türk tarihi ile ilgili bilimsel çalışmalar yapılabilmesi için 1931 yılında Türk Tarihi Tetkik Cemiyetini kurdurmuştur. Atatürk mirasının bir bölümünü, daha sonra adı Türk Tarih Kurumu olan bu cemiyete bırakmıştır.


    Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Sarıkamış Harekâtı

  
  
Sarıkamış Harekâtı (22 Aralık 1914)

   Sarıkamış Harekâtı, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti tarafından Rus Çarlığına karşı düzenlenmiş ve Osmanlı Devleti için büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

   Sarıkamış, Berlin Antlaşması (1878) ile Rusya’ya verilmişti. 1914 yılında Başkomutan Vekili Enver Paşa, Sarıkamış’ı geri almak amacıyla 19 Aralık tarihinde harekât planını kurmaylarına sunmuş ve harekâtın yapılmasına karar vermişti.

   Harekâta katılan Türk askerlerinin büyük bir kısmı teçhizat yönünden iklim şartlarına karşı hazırlıksızdı. 3. Ordunun 9, 10 ve 11. kolorduları, 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta Sarıkamış Harekâtı’na başladı. Ayrıca, gerilla savaşı yapan Türk çeteleri de Ardahan’a hareket etti. 3. Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağları’nı aşarken zor kış şartları sebebiyle gerek sayı gerekse teçhizat yönünden büyük kayıp verdiler.

   Türk çeteleri de 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu başkumandanı, 3. Ordunun ilerleyişi üzerine, telsiz ve telgraf aracılığıyla müttefiklerine: “Kış şartlarından dolayı Türk ordusu durdurulamıyor. İkinci bir cephe açılarak Türk ordusu bu cepheye yönlendirilmeli. Bu yapılamazsa Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçeçek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu.

   Her şey Türk ordusunun lehine iken kış şartları 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da ağırlaştı. Kar, yolları kapadı. Çadırlara zarar verdi.Arkasından da dondurucu soğuklar bastırdı. Türk ordusu soğuk ve salgın hastalıklar nedeniyle büyük kayıplar verdi. Bu harekâtta Ruslar, 32.000 kayıp verdiler.

   Sarıkamış Harekâtı; düşman kuvvetleri arkadan kuşatmayı hedef alan, başarılı bir plandı. Ancak iklim şartlarının dikkate alınmaması bu planı başarısız kıldı.


   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Tarih Öncesi Çağlar

Yazılı kayıt ve belgelerin olmadığı Tarih Öncesi Çağlar hakkında tarih bilimi en çok arkeolojiden yararlanır. Bu döneme ait bilgiler daha çok arkeolojik bulgulardan elde edilir. Yeni bulgularla birlikte döneme ait bilgilerimiz de değişebilir. Tarih Öncesi Çağlar veya Tarih Öncesi Devirler Taş Çağı ve Maden Çağı olarak ikiye ayrılır.

Taş Devri

   Taş Çağı üçe ayrılır;

Eski Taş Çağı

   Eski Taş (Paleolitik) Çağı (MÖ 600.000-10.000): Yüz binlerce yıl süren bu dönem insanlık tarihinin en uzun dönemidir. Genellikle çakmak taşlarının yontulmasıyla şekillendirilmiş kesici, delici ve kazıcı aletler bu dönemin en belirgin buluntularıdır.

   Tarihin bu döneminde insanlar tamamen doğaya bağlı kalmış, avcılık ve toplayıcılık ile hayatlarını sürdürmüşlerdir. Hayvan postlarından giysi yaparak soğuktan korunmuşlardır. Mağara ve kaya sığınaklarını barınak olarak kullanmışlardır. Bu çağın sonlarına doğru mağara duvarlarına hayvan ve av sahneleri resimleri yapmışlardır.

   Dünyada Paleolitik Döneme ait ilk izlere İspanya’daki Altamira, Fransa’da Lasque (Laskö) mağaralarında rastlanmıştır. Türkiye’de bu döneme ait kalıntıların bulunduğu yerlere Antalya’da Karain, Beldibi ve Belbaşı; İstanbul’da Yarımburgaz mağaraları örnek gösterilebilir. Yarımburgaz Mağarası, Türkiye’deki bilinen en eski yerleşim yeridir.

   Yüz binlerce yıl süren bu dönem insanlık tarihinin en uzun dönemidir. Genellikle çakmak taşlarının yontulmasıyla şekillendirilmiş kesici, delici ve kazıcı aletler bu dönemin en belirgin buluntularıdır.

   Tarihin bu döneminde insanlar tamamen doğaya bağlı kalmış, avcılık ve toplayıcılık ile hayatlarını sürdürmüşlerdir. Hayvan postlarından giysi yaparak soğuktan korunmuşlardır. Mağara ve kaya sığınaklarını barınak olarak kullanmışlardır. Bu çağın sonlarına doğru mağara duvarlarına hayvan ve av sahneleri resimleri yapmışlardır.

   Dünyada Paleolitik Döneme ait ilk izlere İspanya’daki Altamira, Fransa’da Lasque (Laskö) mağaralarında rastlanmıştır. Türkiye’de bu döneme ait kalıntıların bulunduğu yerlere Antalya’da Karain, Beldibi ve Belbaşı; İstanbul’da Yarımburgaz mağaraları örnek gösterilebilir. Yarımburgaz Mağarası, Türkiye’deki bilinen en eski yerleşim yeridir.

Orta Taş Çağı

   Orta Taş (Mezolotik) Çağı (MÖ 10.000-8.000): Bu dönemde insanlar, Eski Taş Çağında olduğu gibi hayatlarına avcılıkta ve toplayıcılıkta sürdürmüşler; mağara ve kaya sığınaklarında yaşamaya devam etmişlerdir. Daha sonra buzullar erimeye başlamış ve bu dönemin sonlarına doğru ateş bulunmuştur.

   Bu çağın en özgün buluntuları çakmak taşından yapılmış, mikrolit adı verilen ve günlük yaşamda kullanılmaya yönelik küçük araç gereçlerdir. Orta Asya’da Mezolotik Çağa ait en eski yerleşim yeri Güney Tacikistan’daki Kuldara (Ceyhun Nehri’nin yukarı kısmı) bölgesidir. Türkiye’de bu dönemi aydınlatan merkezlerden bazıları Antalya’da Beldibi, Ankara’da Macunçay, Göller yöresinde Baradiz, Samsun’da Tekkeköy mağaralarıdır.

Yeni Taş Çağı

   Yeni Taş (Neolitik) Çağı (MÖ 8000-5500): Mağara ve kaya sığınaklarında yaşayan insanlar ovalara ve su kenarlarına inmişler; toprağı işlemeye başlayarak tarımsal üretime geçmişlerdir. İlk kez köylerin kurulduğu bu dönemde insanlar kendilerine ağaç dallarından ve kamışlardan kulübeler yapmışlar; korunmak amacıyla kulübelerini çamurla sıvamışlar, köylerin etrafını hendek ve çitlerle çevirmişlerdir. Bu çağda insanlar, yiyecek ve içeceklerini muhafaza etmek için kilden küp, çanak, çömlek yapmışlardır. Bazı bitkilerin liflerinden elbise dikmişlerdir. Köpek, at, koyun, keçi, sığır gibi hayvanları evcilleştirilmiştir.

   Yeni Taş Çağına önce Ön Asya’da (Mezopotamya, Anadolu, İran, Suriye) girmiştir. Türkiye’de bu çağa ait kalıntılara Konya yakınlarında bulunan Çatalhöyük, Diyarbakır yakınlarında bulunan Çayönü ve Gaziantep Sakçgözü’nde rastlanmıştır. Çayönü Türkiye’de ve Güneydoğu Avrupa’da Yeni Taş Çağında kurulan ilk köy yerleşim yeri, Konya’da bulunan Çatalhöyük ise insanlık tarihinin ilk şehir yerleşmesi olarak kabul edilmektedir.

Maden Çağı

   Maden Çağı üçe ayrılır;

Bakır Çağı

   Bakır (Kalkolitik) Çağı: Taş Çağının sonlarına doğru maden keşfedilmiştir. İnsanların ilk buldukları ve kullandıkları maden bakırdır. Bakırın tabiatta bol bulunması ve kolay işlenir olmasından dolayı bu madenden silah, günlük kullanıma yönelik kap kacak yapılmıştır. Altın ve gümüş madenleri daha çok süs eşya yapımında kullanılmıştır. Madenin insan yaşamına girmesiyle tarımda bereket simgeleyen madenî heykelcikler yapılmaya başlanmıştır.

   Türkiye’de bu döneme ait merkezler arasında Çorum’da Alacahöyük, Denizli’de Beycesultan, Çanakkale’de Kumtepe ve Truva, Samsun’da İkiztepe gibi yerleşim yerleri bulunmaktadır.

Tunç Çağı

   Tunç Çağı: İnsanlar zamanla bakırla birlikte kalayı eriterek daha sert bir karışım olan tuncu elde ettiler. Bu dönemde site adı verilen ilk şehir devletleri kurulmuş, bunun ardından Mezopotamya’da Sümer ve Akad; Anadolu’da Hitit Devleti gibi ilk büyük devletler ortaya çıkmıştır.

   Türkiye’de bu dönemi aydınlatan en önemli merkezler arasında Ankara’da Ahlatlıbel, Kayseri’de Kültepe yer almaktadır.

Demir Çağı

   Demir Çağı: Demirin bulunup işlenmesi insanlık tarihinin en önemli buluşlarından biridir. Başlangıçta “dövme” tekniği ile demirden az sayıda araç üretilebilmiştir. Bu çağda üretim artmış, ticaret ve silah yapım teknikleri gelişmiştir. Küçük şehir devletlerinin yerine büyük devletler almaya başlamıştır. Bu devrim sonunda yazının bulunmasıyla Tarih Çağlarına geçilmiştir.

   Anadolu’daki bazı yerleşim yerleri, tarih öncesi çağlarda kurulmuş, varlıklarını daha sonraki dönemlerde de devam ettirmiştir. Burdur’da Hacılar, Çanakkale’de Truva, Yozgat’ya Alişar, Çorum’da Alacahöyük bu tür yerleşmelere örnek gösterilebilir.



Hacılar Höyüğü’nün etrafı duvarlarla çevrilidir. Bu duvar, düşman tehlikesine karışı yapılan surların ilk örneklerindendir.

     Truva’da yapılan kazılarda üst üste dokuz şehir kurulduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu şehirlerin ilk beşi, Tarih Öncesi Çağlara, dördü ise İlk Çağa aittir. Alişar’da yapılan kazılarda buranın yedi yerleşim katında oluştuğu anlaşılmıştır. Bunlardan ilk üçü, Tarih Öncesi Çağlara, dördü ise İlk Çağa aittir. Alişar’dan elde edilen buluntulardan burada yaşayanların çanak ve çömlek yapımında ilerlemiş oldukları anlaşılmaktadır.

     Alacahöyük ise dört yerleşim merkezinden oluşmaktadır. Bunlardan ilk ikisi tarih öncesine diğerleri İlk Çağa aittir. Kazılarda bulunan altın gümüş ve bakırdan yapılmış güneş kursları, Orta Anadolu’da ileri bir uygarlığın varlığını göstermektedir.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Önermeler


    :) Bu incelemeden aşşağıdaki sonuçları elde edebiliriz:
  1.    Her bir gruptaki her sözcük yalnız bir bilim dalı ile doğrudan ilişkilidir. Yani birinci gruptakiler coğrafya, ikinci gruptakiler, Türkçe ve üçüncü gruptakiler matematik bilimi ile doğrudan ilişkilidir.
  2.    Üç grupta yer alan sözcüklerin ortak yanı ise her sözcüğün bir bilim dalına ait özel bir anlamı ortaya koymasıdır. Bu anlam o bilim dalı ile birlikte anılır.
   Böylesine bir bilim dalı ile birlikte ana anlamı bulunan sözcüklere, o bilim dalının özel sözcükleri ya da terimleri denir. Bu durumda şunları söyleyebiliriz: Birinci gruptaki sözcüklerin her biri bi coğrafya, ikinci gruptaki sözcüklerin her biri bir Türkçe ve üçüncü gruptaki sözcüklerin her biri ise bir matematik terimidir.
   Bir terimin anlamını belirlemeye o terimi tanımlamak denir. Matematikte herhangi bir terim kendisinden önce tanımlanmış olan terimlerden yararlanarak tanımlanırsa bu terime tanımlı terim denir. Örneğin matematikte küp, denklem, rakam ve integral; Türkçede paragraf, parantez, virgül gibi terimler tanımlı terimlerden bazılarıdır. Bazı terimleri ise tanımlayamayız, sezgi yoluyla bu terimleri kavrarız. Örneğin matematikteki nokta, doğru, düzlem ve uzay tanımsız terimlerden bazılarıdır. Bu terimlere tanımsız terimler denir.

P ve Q Önermeleri

Matematikte kesin bir hüküm verebildiğimiz ifadelere önerme adı verildiği bilinmektedir. Matematiksel mantık, önermelerle uğraşır. Her önerme bir yargı, bir bildirim, bir bilgidir. Günümüzde matematiksel mantık ya da Boole (Boyl) mantığının evrensel yapıya sahip olduğu bilinmektedir. Yani matematiksel mantık dile, dine, çevre koşullarına vb. bağlı değildir.

P ve Q Önermeleri Soruları
  

Bir p önermesi için şunlar söylenebilir;
p önermesi doğru olabilir.
   p önermesi yanlış olabilir.

p önermesi için iki farklı doğruluk durumu vardır.

Eski Çağlarda Keşfedilen Maddeler

   İnsanlar, temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra dış görünümüne önem vermeye başladılar. Güzelleşmek için çeşitli yöntemlere başvuran insanlar yüzünü bitkisel ve madensel boyalarla boyadı. Örneğin, Eski Mısır’da insanlar göz çevresindeki bölgeyi “kohl” (sürme) denen yeşil ya da siyah boyalarla renklendiriyorlardı. Yeşil boya maddesinin malahit (Sağ Yandaki Resim), siyahın ise toz hâldeki kurşun(II) sülfür olduğu sanılmaktadır. Benzer amaçla antimon(III) sülfür, bakır(II) oksit ve mangan(IV) oksit de kullanılmaktaydı.

   İnsanoğlunun var olduğu günden beri hep arayış içindedir. Bu arayış, kendini koruma ve yaşamını sürdürebilme ihtiyacından doğmuş ve insalığın gelişimine katkıda bulunmuştur.  İnsanlar, yıldırımların ormanlara düşmesi, şiddetli fırtınalarda ağaç dallarının birbirine sürtmesi ve yanardağdan akan lavların oluşturduğu doğal yangılar vb. olaylarla ateşi tanıdı.

     
  Yiyecekleri pişirmek için kap arayışında olan insanoğlu sınama-yanılma yoluyla toprağı işleyebileceğini gördü ve topraktan kaplar yaptı (En Üstte Sol Yandaki Resim).

   İnsan, ateşin  maddeleri yaktığını ve erittiğini keşfetmişti. İnsalar bazı madenleri eritip karıştırarak kullanmaya başlamışlardı.

  İnsanoğlu önce avladıkları hayvanların kürkleri ile vücutlarını örterken daha sonra bu kürkleri işleyerek giyecek ihtiyacını karşılamıştır.

   İnsanın sınama-yanılma yoluyla keşfettiği maddelerden biri de tuzdur. Tarih boyunca önemli bir ticaret maddesi olan tuz, bazı bölgelerde o kadar değerli olmuş ki insanlar altını tuzla değiştirmişlerdir.

   Eski Çağ insanlarının, yararını keşfettiği maddelere tuzun yanında, göztaşı [bakır(II) sülfat, CuSO] ve şağ [potasyum alüminyum sülfat, KAl(SO4)2 12H2O] gibi maddeler de örnek olarak verilebilir. İnsanoğlu keşfettiği bu maddeleri hastalıklardan korunma ve tedavi amacıyla da kullanmıştır.

   Hastalıklardan korunma ve tedavi amacıyla bitkiler de kullanılmıştır.

   Eski dönemlerden beri tedavi ve boyama amaçlı kullanılan bazı bitkiler (A) safran, (B) maydanoz, (C) ısırgan otu

   Yıllar boyunca tedavi amacıyla kullanılan bitkiler bugün de modern eczacılığın kullandığı  ham maddelerin temelini oluşturur. Örneğin rezene, maydanoz gibi bitkiler Eski Çağlardan beri tıpta kullanılmaktadır. İnsalar çeişitli deneyimler sonucunda gaz şişkinliği, sindirim bozukluğu, iştahsızlık gibi hastaklıkları tedavi için belirli bir miktar maydanozu çiğ olarak tüketmeleri gerektiğini keşfetmişlerdir. Benzer şekilde göz taşı özellikle zehirlenen insanları rahatlatmak amacıyla şağ çözeltileri ise yaraların üzerine kapatılan sargılarda kullanılmıştır. Bitkisel kökenli ilaçların ham maddeleri olarak çam, terebentin, kendir, safran, ısırgan otu vb. sayılabilir. Hastalıkları bitkilerle tedavi etmeyi öğrenen insanoğlu  ölüme de çare bulma uğraşı içine girmiştir. Lokman Hekim gibi eski dönem şifacıları ölümsüzlük iksiri için uğraşanların başına yer almıştır. İnsanoğlu ölüme çare bulamamış fakat deneme-yanılma yoluyla bazı hastalıkları tedavi etmeyi öğrenmiştir. Örneğin mide üşütmelerinde nanenin limon kabuğuyla kaynatılarak, kullanılmasının  iyi geldiği keşfedilmiştir. Bugün de bu tarz hastalıklarda limon kabuğu ve nane kaynatılarak içilmektedir.

   Bitkileri, hastalıkları tedavi için kullanan insanlar, elde ettileri ürünlerin dayanıklılığını artırmak ve uzun süre bozulmadan saklamak için de çareler aramışlardır. Kükürt buharı ile ağartma ve bandırma gibi çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Kükürt buharı ile sarartılan ürünlere kuru kayısı, kuru incir, kuru üzüm örnek verilebilir.

   İnsaoğlu giysilerin boyanmasında da bitkileri kullanmıştır. Hayvanların yünlerinden yaptığı giyecekleri, Kıbrıs taşı [demir(II) sülfat, FeSO4], şap ve alizarin gibi boyar maddelerle boyamıştır. Giyecekleri; kıbrıs taşının koyu mavi, şapın sarı, alizarinin ise turuncu renge boyandığı görmüştür.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Simya

   İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamasında deneme-yanılma yoluyla keşfettiği deneyimler daha sonra onların kısa sürede zengin ve ölümsüz olma hayallerine kapılmasına neden olmuştur.

   İnsanların zengin olma hayali, diğer madenleri en değerli maden olan altına çevirme çabasıyla başlar. İlk Çağlardan beri altın hep değerli olmuştur. Değersiz madenleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirebilme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksiri bulma uğraşına simya (alşimi), bu işle uğraşanlara da simyacı (alşimist) denir.

   Simyacı teorik temelleri olmayan deneme ve yanılmaya dayanan çalışmaları içerdiği ve sistematik bilgi birikimi sağlayamadığı için bilim değildir. Ancak simyacıların kimyaya geçişin öncüleri olduğu, pek çok araç ve gereç geliştirdikleri göz ardı edilmemelidir. Örneğin; simyacılar 17. yy ortalarına doğru maddedeki elementlerden birinin yanmaya neden olduğunu ileri sürmüşler ama bu görüş ateşin maddesel bir cisim olamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Alman simyacı Johan Joachim Becher (Yohan Yoakhim Beker) (1635-1682) bu öneriyi gözden geçirerek “Terra Pinguis” (Terra Pinguis) olarak adlandırılan “ateş elementi”nin yanma sırasında kaçıp giden bir nesne olduğunu varsaymıştır. Daha sonra bu nesne “filojiston” (ateş ruhu) olarak adlandırılmıştır.

   Yanma olayı, yanlıi da olsa yapılan ilk tanımlamaya göre yanıcı olan cisimler ve yanıcı olmayan filojistondan oluşmuştur. Becher’e göre metal oksitler birer element, metaller ise kül (metal oksit) ve filojistondan oluşan birer bileşiktir. Oysa günümüzde bu tanımlamalar tamamen farklı yapılmaktadır.

   Simyadan kimya bilimine aktarılan önemli bulgular arasında barut, madenlerin işlenmesi, metaller üzerindeki çalışmalar, mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyaması, seramik, cam ve esans üretimi vb. sayılabilir.

   Roma ve Bizans İmparatorluklarında, daha sonra da İslam ülkelerinde kimya alanında pek çok ilerleme olmuştr. “Dört öge kuramı” (su, toprak, ateş, hava) ve elementlerin dönüşümüne ilişkin düşünceler, İskenderiye’de ve daha sonra da İslam âlimleri Cabir, Razi ve İbni Sina tarafından geliştirilmiştir.

   Kimya pratiği açısından Arap âlimleri, daha önceleri keşfedilmiş, damıtmada kullanılan imbiği geliştirmiş ve büyük oranda esans damıtılmasında kullanmışlardır. Orta Çağ simyacıları demir(II) sülfatın (vitriyol) damıtılmasından sülfürik asit (zaç yağı), demir(II) sülfatın ve potasyum nitratın birlikte damıtılmasından nitrik asit (kezzap), demir(II) sülfat ile yemek tuzunun (sodyum klorür) damıtılmasından ise hidroklorik asit (tuz ruhu) elde etmişlerdir. Farklı anorganik maddelerin elde edilmesini öğrenmişlerdir. Teknik alanda ilerlemeye karşın, maddelerin yapısı konusunda daha çok Aristo ve onun izleyicilerinin görüşleri egemen olmuştur.

   Orta Çağ Avrupası’nda sülfürik asit iki ayrı yöntemle elde edilebiliyordur. İlkinde vitriyol ya da şap, kil kaplarda kızıl oluncaya kadar ısıtılarak diğerinde ise güherçileye (KNO3 – Hint  güherçilesi, NaNO3 – Şili güherçilesi) kükürt katılıp su dolu bir kap içinde yakılarak elde edilebiliyordu.

   Sülfürik asit anca 18. yüzyılın ikinci yarısında sanayinin ilgi alanına girmiştir. 1744 yılında indigonun (çivit otu) sülfürlenmesiyle yün boyamacılığında kullanılan yeni bir ürün elde edilmesi sülfürik asidin önemini artırmıştır. Sülfürik asit ayrıca ağartma işlemlerinde de kullanılmıştır.

   Nikholas Le Blanc (Nikolas Lö Blacnk)’ın sodyum karbonatı ham madde olarak kullanmaya başlaması üzerine sülfürik asit sanayinin temel maddesi hâline gelmiştir. Sanayi, böylece sülfürik asidi Le Blanc yöntemi ile üretmeye başlamıştır. Sülfürik asit, simyacılar tarafından bulunan, birçok kullanım alanı olan bir maddedir. Aşındırıcı özelliği olduğundan, boyacılıkta yararlanılan bazı maddelerin hazırlanmasında, altın ve gümüşün saflaştırılmasında vb. durumlarda kullanılmaktadır.

Element Kavramının Tarihsel Gelişimi

   Aristo’ ya göre madde, “su, toprak, ateş, hava” olamk üzere dört ana elementten oluşmaktadır. Bu kabul tamamen düşünceye dayalı hiçbir genel gerçeklik temeline oturmayan madde algısıdır. Aristo her şeye uygun gelen özelliklerin sıcak, soğuk, kuru ve yaş olarak bulunduğunu varsaymıştır. Bunlar aşağıdaki şekilde de görüleceği üzere ikişer ikişer farklı şekillerde birleştiğinde en fazla altı çift elde etmiştir (Sıcak-ıslak, ısla-soğuk, soğuk-kuru, kuru-sıcak, soğuk-sıcak, kuru-ıslak). Fakat bunlardan soğukla sıcak ve kuruyla ıslak birbirinin zıttı olduğu için yok edilebilir ve sonuçta dördü kalır. Aristo maddeleri dört ana element olarak kabul ettiği su, toprak, ateş ve havanın değişik şekillerde birleşmesi sonucu oluştuğunu ve bu maddelerin sıcak-ıslak, ıslak-soğuk, soğuk-kuru, kuru-sıcak, gruplarında birbirine dahil olabileceğini varsaymıştır. Örneğin soğuk ve ıslak, suyu (sıvı); soğuk ve kuru, toprağı (katı); ıslak ve sıcak, havayı (gaz); kuru ve sıcak, ateşi (yanıcı) oluşturur.

Aristoya göre elementler
 
 
   Rönensans döneminde bilim insanları, element kavramına yeni bir yorum getirmişlerdir. Bu yorumlar, bilimsel temele daha yakındır.

   Yeni bilimsel bulgular ve ayırma tekniklerinin keşfedilmesi, element kavramının bugünkü şekliyle algılanmasına sağlamıştır.

   Kendinden daha basit maddelere dönüşmeyen saf maddelere element denmesine karşılık radyoaktifliğin keşfiyle birlikte atomun küçük parçacıklardan oluştuğunun anlaşılması, bu tanımlamanın sakıncalı olduğunu gösterir. Uranyum ve toryum gibi elementlerin atomlarının radyoaktif bozunma ile farklı element atomlarına dönüşmesi, buna örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca bu element tanımının bir sakıncası da kireç, sodyum hidroksit, su gibi zor ayrışan, bileşiklerin uzun süre element olarak kabul edilmesidir.
Atomlardaki proton sayısı elementlerin kimlik özelliğini oluşturur. Her elementin proton sayısı birbirinden farklıdır. Örneğin oksijen elementi atomlarında 8 proton bulunurken, kükürt elementi atomları 16 protondan oluşur.

   Uygulanan bilimsel çalışmalar sonucunda saf olarak elementlerin elde edilmesinden sonra bunların birbiriyle değişik oranlarda etkileşimleri sorgulanmaya başlanmış, bunun sonucunda kimya ile ilgili belli kanunlar keşfedilmiştir. Rönesans döneminde Hollandalı kimyacı Van Helmont (Van Helmont, 1577-1644) deneylerinde teraziyi kullanarak kimyasal çalışmalara nicel özellik kazandırmıştır.



   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Sabit Oranlar Kanunu

   Bileşiği oluşturan elementler kütlece sabit bir oranda birleşirler, buna Sabit Oranlar Kanunu denir.

   Sabit Oranlar Kanunu, 1807′de Dalton Atom Teorisinin ortaya atmadan önce denel olarak tayin edilmiş ve teorinin mevcut deneylerle uygunluğu, onun başarısına ve kabulünün çabuklaşmasına sebep olmuştur. Bununla beraber, Sabit Oranlar Kanunlar atomik teorinin doğruluğuna kanıt oluşturmaz. Atomik teoriyle Sabit Oranlar Kanunu arasındaki uygunluk daha eleştirici bir deyişle şöyle belirtilebilir. Eğer atomlar varsa ve bu atomlar arasında bazı özel yollarla bileşik meydana geliyorsa belli bir bileşiğin bütün moleküllerinde aynı sayıda atom olması beklenmelidir. Ayrıca eğer belli bir elementin bütün atomları aynı kütlede iseler bir bileşiğin kütlece bileşiminin de sabit olması gerekir.

Katlı Oranlar Kanunu

   Dalton hidrojen ve oksijen gibi elementlerin farklı özellikler göstermesinin, ancak hidrojen atomlarının oksijen atomları ile aynı olmadığını varsayarak açıklanabileceğini biliyordu.

   Dalton’a göre, bir bileşik oluşturabilmek için belli elementlerin belirli sayıda atomlarına gereksinim vardır. Bu fikir, Fransız kimyacı Joseph Proust’un 1799 yılında yayınladığı Sabit Oranlar Kanununun uzantısıdır.

   Dalton’un Atom Teorisi Katlı Oranlar Kanununu destekler (Dalton’un üçüncü görüşü). Bu kanuna göre iki element birden fazla bileşik oluşturmak üzere bileşirlerse, bir elementin belli bir kütlesi ile birleşen diğer elementin farklı kütleleri arasında küçük tam sayılı bir oran vardır. Dalton Atom Teorisi, Katlı Oranlar Kanununu basit bir şekilde açıklar. Örneğin karbon, oksijen ike iki tane kararlı bileşik oluşturur. Bunlar karbon monoksit ve karbon dioksittir. Modern ölçüm teknikleri, karbon monoksitte bir karbon atomu ile bir oksijen atomunun, karbon dioksitte ise bir karbon atomu ile iki oksijen atomunun birleşmiş olduğunu gösterir. Buna göre karbon monoksitteki oksijenin karbon dioksitteki oksijene oranı 1/2′dir. Bu sonuç Katlı Oranlar Kanunu ile uyum içindedir, çünkü bir bileşikteki belli bir elementin kütlesi o elementin atom sayısı ile orantılıdır. Örneğin FeO [demir(II) oksit] bileşiğinde 56 gram demirle 16 gram oksijen, Fe2O3[demir(III) oksit] bileşiğinde ise 56 gram demir 24 gram oksijenle birleşmektedir. Her iki bileşikteki demi miktarı aynıdır. Oksijen miktarları arasındaki oran (katlı oran) ise 16/24 = 2/3′tür.

   Dalton’un maddenin doğasına ilişkin zekice önsezisi 19. yüzyılda kimyanın hızla gelişmesinde en önemli itici güç olmuştur.

Nokta, Doğru, Doğru Parçası, Işın, Düzlem ve Uzay

   “Nokta, doğru, düzlem ve uzay” konularımızı işlerken kullanacağımız temel terimlerdir. Önce bu terimlerle neleri anlatmak istediğimizi açıklayalım.

Nokta (Geometri)

   Kurşun kalemimizin iyice sivriltilmiş olan ucunu beyaz kâğıda dokundurduğumuzda kâğıtta oluşan iz bize noktayı çağrıştırır.

    Çevremizdeki cisimlerde nokta modelleri görebilirsiniz.



   Derslerimizde noktayı bir iz ile modelleyecek ve büyük harfle göstereceğiz. Yandaki şekilde A noktasını görüyorsunuz.

      Aşşağıda bulunan resimde de görme engelliler için geliştirilen Brail (Breyl) Alfabesi’ni görüyorsunuz. Bu alfabe nokta şeklindeki kabartmalarla oluşturulmuştur.





   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Doğru, Doğru Parçası ve Işın




   Üstte solda bir demir çubuk, ortada gergin durumda bir bakır tel görüyorsunuz. Doğruyu üstte sağdaki şekilde gördüğünüz gibi düz bir çizgi ile modelleyecek ve küçük harfle (d doğrusu şeklinde) ya da iki nokta ile (AB doğrusu şeklinde) göstereceğiz.
Doğrunun düz ve iki yöne de sınırsız uzatılabilen, kalınlığı olmayan bir geometrik şekil olduğuna dikkat ediniz.




   Bir AB doğrusu verilmiş olsun (üstteki şekil). A ve B noktaları ile doğrunun bu iki nokta arasında kalan parçasına doğru parçası denir. Sözü edilen doğru parçasını [AB] ile gösterir ve “AB doğru parçası” diyerek okuruz. [AB] nın uzunluğunu da |AB| ile göstereceğiz. |AB| yazılışını “AB uzunluğu” diyerek okuyacağız.
Aynı doğru üzerinde bulunan noktalara doğrudaş (doğrusal) noktalar denir.
Yandaki şekilde A, B, C, D noktaları d doğrusunun noktalarıdır. Tanıma göre bu noktalar doğrudaş noktalardır.









Bir doğrunun belirli bir noktasından başlayan ve bu noktanın sürekli aynı yanına uzatılan parçasına ışın adı verilir. Yukarıdaki şekilde AB doğrusunun A noktasından başlayan ve B noktasından geçecek şekilde sürekli uzatılan parçasının belirttiği ışını [AB ile gösterir, bu simgeli yazılışı da “AB ışını” diyerek okuruz. Işının sözü edilen yanda sınırsız uzatılabildiğine ve yönlü olduğuna dikkat ediniz.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Düzlem (Geometri)

 

   Yukarıdaki fotoğraflarda durgun su yüzeyi, odanın zemini, masa yüzeyi ve A4 kâğıdı görüyorsunuz. Böyle yüzeyler, geometride, düzlem dediğimiz şekle benzeyen yüzeylerdir.





   Bir düzlemi yanda görüldüğü gibi paralelkenarsal bölge ile modeller ve büyük harfle adlandırınız. Bu şekilde E düzlemini görüyoruz. E harfi düzlem gösteriyorsa bunu (E) şeklinde yazar ve  “E düzlemi” diyerek okuruz.




   Bir düzlemin kalınlığının olmadığını, uzunluğunun ve genişliğinin düz sınırsız artırılabileceğini düşünmelisiniz (üstte soldaki şekil). Öyleyse iki noktası bir düzlemde olan doğrunun her noktası bu düzlemdedir. Yukarıda bulunan sağdaki şekilde A ve B noktaları P düzleminin noktaları ise AB doğrusu P düzleminde olan bir doğrudur. Yani, bu şekildeki K ve L noktaları da P düzleminin noktalarıdır. Benzer şekilde CD doğrusu da P düzleminin bir doğrusu olur. Bu nedenle M, N ϵ (P) dir.

      Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Uzay (Geometri)

   

   Bütün noktalar kümesi olarak düşünebileceğimiz uzayı; genişliği, uzunluğu ve yüksekliği sınırsız büyütülebilen geometrik terim olarak algılamalıyız.

   Üstte bulunan sağdaki şekil bir dikdörtgenler prizmasıdır. Uzayı modellerken bu tür prizmalardan yararlanabiliriz. Bir prizma ile modellediğimiz uzayı E3 ile gösterelim. Bu yazımda üstteki 3 sayısı; genişlik, uzunluk ve yükseklik (derinlik) boyutlarını çağıştıran simge olarak kullanılır.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Doğal Unsurlar

 

   İnsanların beslenmesine, giyinmesine ve barın şekillerine baktığımızda, yeryüzünün değişik yerlerinde çok büyük farklılıklar olduğunu görürüz. Bu farklılığın temel sebebi doğal çevrenin insana sunduğu imkânlardır.

   Doğal unsurlar insanların karekterlerinin oluşumunda da etkilidir. Dünyada dört mevsimin yaşandığı yerlerde insan kışın soğukla, yazın sıcakla mücadele etmek, kış mevsimi için yiyecek hazırlamak mecburiyetindedir. Bu faaliyetler, bu yerlerde yaşayan insanların mücadeleci bir karakter kazanmalarını sağlamıştır.

   Çoğu zaman çevremizde olup biten doğal olayların farkında olmayız. Örneğin her gün Güneş’in doğudan doğup doğudan batması, yağmur ve karın yağması, rüzgârın esmesi, denizlerde dalgaların oluşması, geniş yapraklı bazı bitkilerin her yıl sonbaharda yaprağını döküp ilkbaharda yeşermesi bize sıradan olaylar gibi geliyor.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Haritalarda Yer Şekillerini Gösterme Yöntemleri

   Haritalarda yerşekillerini gösterme yöntemleri aşşağıdaki gibi beşe ayrılır;

İzohips Yöntemi




   Haritalarda yerşekillerini gösterme yöntemlerinden biri izohips (eş yükselti eğrisi) yöntemidir.
   Deniz seviyesine göre aynı yükseltide bulunan noktaların birleştirilmesi ile oluşan eğrilerin kullanıldığı yöntemdir. Eğrilerin sık ya da seyrek olması yüzey şekilleri hakkında bilgi verir. Deniz seviyesine göre aynı derinlikte noktaların birleştirilmesi ile oluşturulan eğrilere ise izbot (eş derinlik) denir. Kıyı çizgisi, izohips ile izobatların birleşme noktalarıdır. İzohips yöntemi haritalarda yer şekillerini gösterme yöntemlerinden en yaygın olanıdır. Bu yöntemle çizilmiş haritaların kullanımını kolaylaştırmak için belirli yükseltiler farklı renkle gösterilir.


   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Kabartma Yöntemi




    Bu yöntemle hazırlanan haritalarda, yükselti değerleri belli oranda küçültülür ve yer şekilleri kabartılarak gösterilir. Bu haritalar yer şekillerinin üç boyutlu ve gerçeğe en uygun olarak gösterilmesini sağlar. Ancak bu haritaların yapılışı ve taşınması zor olduğundan kullanım alanı dardır.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Renklendirme Yöntemi




1000 – 0: Deniz ve deniz mavisi tonu
0 – 200: Yeşil
200 – 500: Açık yeşil
500 – 1000: Sarı
1000 – 1500: Turuncu
1500 – 2500: Açık kahverengi
2500 ve üzeri: Kapalı kahverengi

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Tarama Yöntemi

 


   Bu yöntemde eğimin fazla olduğu yerlerde çizgiler sık, kalın ve kısadır. Eğimin azaldığı yerlerde ise çizgiler uzun, ince ve seyrektir. Düz yerler boş bırakılır. Çizgilerin uzanış doğrultusu eğim yönünü gösterir. Tarama yöntemiyle çizilen haritalarda yüzey şekilleri hakkında genel bir fikir verir.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Gölgelendirme Yöntemi

  



   Haritalar, bir köşesinden 45°lik eğimli bir ışıkla aydınlatıldığı kabul edilerek çizilir. Harita aydınlatıldığında ışın alan yerler açık, ışık almayan yerler ise koyu gösterilir. Haritadaki yer şekillerinin yükseltisine bağlı olarak açık tonlu renkten koyu tonlu renklere doğru geçiş yapılarak yer şekilleri gösterilir. Bu yöntemde yükselti basamakları bulunmadığından, yükseltileri tespit etmek ve profil çıkarmak olanaksızdır. Bu nedenle gölgelendirme yöntemi modern haritacılıkta yardımcı bir yöntem olarak kullanılır.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Projeksiyon Tipleri

   Yerküreye ait özellikler, bilgiler belli bir ölçek dahilinde küre üzerine aktarılarak model küre elde edilir. Ancak düzlem üzerine aktarılırken yerin şeklinden kaynaklanan bozulmalar ortaya çıkacaktır. Çünkü yuvarlak olan bir cismi, bozulma olmadan veya özelliklerini yitirmeden düzlem üzerine aktarmak oldukça güçtür. Bu nedenle haritalar oluşturulurken bozulmaların en aza indirilmesi için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Bunlar projeksiyon (iz düşüm) olarak adlandırılır.

   Projeksiyonlar aşşağıdaki gibi üçe ayrılır;

Konik Projeksiyon




  Kürenin çevresine koni şeklinde bir kâğıt sarılmasıyla oluşturulur. Bu yöntemle çizilmiş haritalarda şekiller bozulur ama alanlar korunur. Orta enlemler ve çevresindeki bölgelerin çiziminde kullanılır.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Düzlem Projeksiyon




   Bir düzlemin kutup noktasına teğet olarak geçirilmesiyle oluşturulan bu çizimde kenar uzunlukları korunur. Bu yöntem daha çok dar alanların ve büyük ölçekli haritaların çiziminde kullanılır.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Silindirik Projeksiyon







   Bir kürenin çevresine silindir şeklinde bir kâğıt sarılmasıyla oluşturulur. Ekvator’dan kutuplara gidildikçe alan bozulmaları görülür ve şekiller büyür. Bu yöntem daha çok deniz ve hava ulaşımında yararlanılan haritaların hazırlanmasında kullanılır.

   Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Organizasyon (Biyoloji)

   Hücrelerde çeşitli görevleri yapmak üzere özelleşmiş organaller bulunur. Paramesyumda boşaltımı kontraktil koful, hareketi siller, besinin alınmasını hücre ağzı sağlar. Çekirdek ise hücre bölünmesini kontrol eder.

   Paramesyumda besin hücre ağzıyla alındıktan sonra besin kofulu şeklinde sitoplazmada iletilirken sindirime uğrar. Hücrede gereksinim duyulan maddeler kullanılıp atık maddeler hücre yüzeyinden uzaklaştırılır. Tüm bu olaylar bir düzen içinde gerçekleşir. Bu düzen hücredeki organal ve yapıların belirli bir organizasyon içinde iş görmesiyle sağlanır.

   Çok ücreli organizmalarda yapı ve görevleri benzer olan hücreler bir araya gelerek dokuları, dokular organları, organlar sistemleri, sistemler de organizmayı oluşturur.

   Bir hücreli ya da çok hücreli olan tüm organizmalar belirli bir organizasyona sahiptir. Çok hücreli organizmalardaki organizasyon akçaağacın yapısında örneklendirilmiştir.

   Organizma: Organizmalar kendi türüne özgü yaşamsal özellikler gösterir. Akçaağaç farklı sistemlerden oluşan bir organizmadır. Yapraklar akçaağaçta taşıma ve iletim sisteminin bir parçasıdır. Fotosentez ile gerekli suyun topraktan alınıp yaprağa taşınması sırasında kök, gövde gibi organlar görev alır.

   Organ: Yaprak akçaağacın organlarından biridir. Yaprakta yapı ve görev bakımından birbirinden farklı dokular bulunur. Bitki yaprakları sayesinde güneş ışığından yararlanma, gaz alış verişi, terleme gibi olayları gerçekleştirir.

   Doku: Hücreler belirli görevleri üstlenmek üzere özelleşip farklılaşarak akçaağacın dokularını oluşturur. Yaprağın yapısında yer alan parankima dokusu da bunlardan biridir.

   Hücre: Akçaağaç çok sayıda hücreden oluşur. Hücrede farklı görevleri üstlenen organller bulunur. Canlılığın devamı için bu organeller arasındaki iş birliği sürdürülmelidir.

   Organel: Parankima doku hücrelerinde bulunan kloroplast, fotosentezin gerçekleştiği organeldir. Bu organel klorofil moleküllerinin yanı sıra birçok molekülün organize olduğu bir yapıdır.

   Molekül: Klorofil birçok atomdan oluşan bir moleküldür ve bitkinin fotosentezi sürdürebilmesi için güneş ışığını yakalar.

Çevresel Uyarılara Tepki

   Canlıya dış ortamdan gelen fiziksel etki, kimyasal maddeler, ortam sıcaklığı, basınç vb. değişkenler çevresel uyarılardır.

   Bir hücreliler çevrelerinden gelen uyarılara karşı tepki gösterirler. Göllerde yaşayan öglena kloroplast taşayın üretici bir canlıdır. Göz lekesi sayesinde fotosentez için gereksinim duyduğu ışığı algılar ve o yöne doğru hareket eder. Diğer bir hücreli canlı olan paramesyumun da ortam suyu soğuk olduğundan oradan uzaklaştığı, ılık olduğundan ise ortama yaklaştığı gözlemlenir.

   Çok hücreli organizmalar da çevrelerindeki uyarılara karşı tepki gösterir. Örneğin köpeğin ses duyduğunda kulağını dikleştirmesi, küstüm otu bitkisinin dokunmaya karşı yapraklarını kapatması çevresel uyarılara gösterdikleri tepkidir.

Üreme

   Canlılar soylarını devam ettirebilmek için ürerler. Üreme, canlının kendi benzerini meydana getirmesidir.

   Bakterinin ikiye bölünerek kendine benzer yeni hücreler meydana getirmesi bir eşeysiz üreme şeklidir.

   Genellikle bir hücreli canlılarda üreme bölünme ile olur. Eşeysiz üremeye bazı çok hücrelilerde (örneğin bazı bitkilerde, süngerler vb.) de rastlanır.

   Eşeyli üreme ise aynı türe ait farklı iki cinsiyetteki canlının üreme hücrelerinin birleşmesiyle yeni bir canlı meydana gelmesidir.

   Bazı bir hücrelilerde ve çok hücrelilerde eşeyli üreme görülür. Çok hücreli olan leylek yumurtlayarak eşeyli ürer.

Boşaltım (Biyoloji)

   Canlılığın sürdürülmesi için gerçekleşen yaşamsal olaylardan biri de boşaltımdır. Çünkü bir hücreli ya da çok hücreli canlılarda metabolizma sonucunda oluşan atık maddelerin vücuttan uzaklaştırılması gerekir. Metabolizma atıklarının hücrelerden uzaklaştırılmasına boşaltım denir. Bir hücreli organizmalar atık maddeleri hücre zarından (hücre yüzeyinden) dışarı atar. Tatlı suda yaşayan paremesyum, öglena, amip gibi bir hücreliler fazla suyu boşaltım kofuluyla (kontraktil kofulla) hücreden uzaklaştırır. Çok hücreli bir canlı olan çilekte ise gövdeden gelen fazla su, yaprak uçlarından damlama yoluyla atılır. Böylelikle her iki canlı çeşidi de hücrelerinden su dengesini sağlamış olur.

   Çok hücreli organizma olan hayvanlarda boşaltım; sindirim, solunum ve boşaltım sistemleri sayesinde gerçekleşir. Katı boşaltım atıkları sindirim sistemiyle, atık solunum gazları ise solunum sistemi ile atılır. Su ve suda çözünmüş atık maddeler de boşaltım sistemiyle vücuttan uzaklaştırılır.

Hareket (Biyoloji)

   Bütün canlılar hareket edebilirler. Bir hücreli canlılarda hareket farklı yapılarla sağlanır. Örneğin paramesyum ve öglenada hareket sil, kamçı vb. yapılar ile sağlanırken amipte sitoplazma içeriğinin yer değiştirmesiyle (yalancı ayaklarla) olur. Bir hücrelilerde hareket genellikle uyarıya yönelme ya da uyarandan uzaklaşma biçimindedir.

   Çok hücreli canlılarda ise farklı hareket biçimleri gözlenebilir. Hayvanlarda bu hareketleri gerçekleştirmede iş gören bacak, kanat, yüzgeç gibi organlar ve güçlü kaslar gelişmiştir. Çeşitli uyaranlara karşı geliştirilen tepki ve hareketler daha karmaşıktır.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Haritalarda Uzunluk ve Alan Hesaplamaları

 Ölçeklerden yararlanarak uzunluk, alan ve eğim hesaplamaları yapılır.

Uzunluk Hesaplamaları

Haritalardan yararlanarak uzunluk hesaplamaları yapılabilir. Bunu aşşağıdaki işlemi yaparak görelim.
Uzunluk Hesaplamaları İçin Örnek Soru;

 Soru: A-B kentleri arasındaki uzunluk 1:200.000 ölçekli bir haritada 6 cm olarak gösterilmiştir. Bu iki kent arasındaki gerçek uzaklık kaç km’dir?

 Çözüm: A-B kentleri arasındaki uzaklık, ölçeğin paydasında görüldüğü gibi 200.000 defa küçültüldüğüne göre gerçek uzaklığı bulmak için A-B kentleri arasındaki harita uzunluğunu ölçeğin paydası ile çarparız.
 
Gerçek Uzaklık (GU)= Harita Uzunluğu x Ölçeğin Paydası 
GU= 6 cm x 200.000 cm
GU= 1.200.000 cm (Soruda, GU hangi birim olarak istenmişse ölçeğin paydası o birime çevrilir. Örneğin yukarıdaki soruda GU km olarak istendiği için ölçeğin paydasından 5 sıfır atılarak sonuç km olarak elde edilir.)
GU= 1.200.000 cm GU= 12 km

Alan Hesaplama

 
   Şekilde kare biçimindeki bir alan 1: 200.000 oranında küçültülerek gösterilmiştir. Bu alanın gerçekte ne kadar olduğunu bulmak için haritadaki alanı, ölçeğin paydasının karesi ile çarparız.
Alan Hesaplamaları İçin Örnek Soru;
Gerçek Alan = Harita Alanı x Ölçeğin Paydasının Karesi
GA= 16 x (200.000)2
GA= 16 x 40.000.000.000
GA= 640.000.000.000 (Soruda birim alan km2 olarak istendiği için cm2 olarak elde edilen sonuçtan 10 sıfır atılarak konuç km2 ye çevrilir.)
GA= 64 km2

Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım

Eğim Hesaplama

İki nokta arasındaki mesafe biliniyorsa bu noktalar arasındaki eğimi izohipslerden yaralanarak hesaplayabiliriz. Eğim değeri; iki nokta arasındaki yükselti farkının 100 veya 1000 ile çarpılıp bu iki nokta arasındaki yatay mesafeye bölünmesi ile elde edilir. Eğim yüzde (%) olarak istenmişse yükseklik farkı 100 ile binde olarak istenmişse 1000 ile çarpılır. Yani eğim hesaplama formülü;



Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Hücre, Organizma ve Metabolizma

Bir kedinin, kuşun, çiçeğin böceğin canlı olduğunu; taşın ise canlı olmadığını hepimiz biliriz. “Canlıları cansızlardan ayıran özellikler nelerdir?” sorusuna değişik şekillerde cevap vermek mümkündür.
   Varlıkların yalnızca bir özelliğine bakarak canlı olup olmadığına karar veremeyiz. Çünkü canlılar çok sayıda canlılık özelliği gösterir. Canlı olma ile ilgili başlıca özellikler ve süreçler aşağıdaki başlıklar altında açıklanmıştır.

Hücresel Yapı

Aşağıda Resim 1.1.’de bir hücreli canlı olan paramesyumun elektron mikroskop görüntüsü, Resim 1.2 çok hücreli canlı olan kartalı görüyorsunuz.


   Kas doku, çok sayıda kas hücresinde oluşmuştur. Kas hücrelerinin yanı sıra kartalın vücudunda farklı görevler üstlenmiş başka doku hücreleri de bulunur. Oysa paramesyumda yaşamsal olayların tümü bir hücrede gerçekleşir.
   Canlı varlıklarının hepsi, ister bir hücreli ister çok hücreli olsun, hücresel bir yapıya sahiptir. Hücre, canlının yapı ve işlev olarak temel birimidir. Bazı organizmalar sadece bir hücreden oluşmuştur. Bu canlılara bir hücreli canlılar denir. Amip, öglena bir hücreli canlı örneğidir. Sil, kamçı ve benzeri yapılarla hareket eder. Bu grupta yer alan canlılar herhangi bir yere bağlı ya da serbest yaşayabilir.
   Bazı canlılar ise çok sayıda hücrenin belirli bir organizasyonla bir araya gelmesi sonucu oluşmuştur. Bitki, hayvan ve bazı mantarlar çok hücreli organizmalardır.

Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Beslenme (Biyoloji)

Birbirlerinden farklı olmalarına rağmen bir hücreli canlı olan amip (Resim 1.3.) ile çok hücreli canlı olan kuzu (Resim 1.4.) beslenmeye ihtiyaç duyar.

   Bir hücreli canlıların bir kısmı besinlerini dış ortamdan hazır alırken bir kısmı da kendi sentezleyebilir. Amip besinini yalancı ayak oluşturarak hücre içine alırken diğer bir hücreli alg çeşidi olan öglena ışık yardımıyla besinini kendi sentezler.
   Çok hücreli canlılar ise ihtiyaç duydukları besinleri çeşitli şekillerde sağlar. Ototrof ya da üretici olarak adlandırılan bitkiler ve çok hücreli algler güneş ışığını kullanarak besinlerini kendileri üretir. Mantarlar ve hayvanlar gibi diğer çok hücreliler ise güneş ışığını kullanamadıkları için heterotrof olarak beslenirler. Tüketici olarak da adlandırdığımız bu canlılar besinlerini üreticilerden ya da diğer tüketicilerden karşılar. Çeşitli şekillerde beslenen canlılar ayrıca ihtiyaç duydukları su ve mineralleri yaşadıkları ortamdan alır.
   Canlılar enerji ihtiyaçlarının karşılanması, hücre yapısına katılacak maddelerin alınması, yeni hücrelerin oluşması ve hücre içerisinde yaşamsal olayların düzenlenmesi için beslenir.

Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

Solunum (Biyoloji)

Bir hücreli canlı (Resim 1.1.) avını yakalamak için hızlıca hareket ederken, sporcu (Resim 1.5.) güçlü kulaçlarıyla hedefine ulaşma çabasındadır.
   Canlılar yaşamlarını sürdürürken gerekli olan enerjiyi besinlerde depo edilen kimyasal bağ enerjisinden karşılar. Bu enerjinin açığa çıkarılma sürecine solunum denir. Hücrelerde oksijenli ve oksijensiz olmak üzere i



re iki çeşit solunum gerçekleşir.
   Hücrede oksijen kullanılmadan besinlerdeki kimyasal bağ enerjisinin ortaya çıkarılması olayına oksijensiz solunum denir. Bir hücreli canlılardan bira mayası ve bazı bakteriler oksijensiz solunum yapar.
Bir hücrelilerin bir kısmı ile çok hücreli organizmalar ise oksijenli solunum yapar. Bu yolla canlılar besinlerdeki kimyasal bağ enerjisinden oksijensiz solunuma göre daha fazla oranda yararlanabilir.
   Bir hücreli ya da çok hücreli canlılar solunum ile elde edilen enerjiyi yeni hücrelerin yapımı için, madde sentezinde, hareket etmede, zararlı atık maddelerin uzaklaştırmasında kullanabilir. Canlılık özelliklerinin hemen hepsi enerji dönüşümleri ile gerçekleşir.
   Havalar ısındığında ağacında olgunlaşan ve kızaran kirazlar bitkide üretim işinin olduğunu gösterir (Resim 1.6.). Kirazdaki şeker fotosentez ile üretilmiştir.
   Fotosentez bir çok tepkimenin gerçekleştiği hücre düzeyinde bir yapım olayıdır. Aynı kiraz ağacı fotosentezle ürettiği ve hücrelerinde depoladığı şekeri, gerektiğinde enerji elde etmek amacıyla solunumda kullanır. Oksijenli solunum ile yapı taşlarına ayrışması sonucu besinin kimyasal bağlarındaki enerji açığa çıkar. Solunum hücre düzeyinde gerçekleşen bir yıkım olayıdır.
   Hücrede meydana gelen yapım ve yıkım tepkimelerinin tümüne metabolizma denir.
  Yapım tepkimeleri ile canlıya özgü bileşikler sentezlenirken yıkım tepkimeleriyle enerji ve küçük yapı taşları elde edilir.
Beslenmeyle hücreye alınan besinler önce sindirime uğratılarak yapı taşlarına ayrıştırılır, daha sonra canlının ihtiyacı olan bileşikler sentezlenir. Yapı taşlarına ayrılmış bileşiklerin bir kısmı hücre solunumu ile su ve karbon dioksite kadar parçalanır.

Not: Ekbilgiler.Com benim sitemdi. Bazı maddî nedenlerden dolayı kapattım. Yani (Ç)alıntı yapmadım.

18 Ocak 2011 Salı

Büyüme ve Gelişme (Biyoloji)

Canlıları cansızlardan ayıran özelliklerden biri de büyümedir. Bir hücreli canlılar bölünerek çok sayıda yeni birey meydanana getirebilir. Hücre bölünmesi, var olan bir hücreden iki yeni hücrenin oluşturmasıdır. Büyüme hücre kütlesinin artışıyla oluşur.
   Çok hücreli canlılarda ise büyüme doku hücrelerinin bölünmesi ve hücre kütlesinin artışı sonucu olur.
   Zigottan itibaren ergin birey oluşuncaya kadar geçen sürece gelişme denir.
   Çok hücreli canlılarda gelişme, art arda devam eden hücre bölünmesi ve hücre farklılaşması sonucunda tamamlanır. Gelişmenin sonucunda çok sayıda farklılaşmış hücrenin bir araya gelmesiyle türe özgü özellikleri taşıyan ergin bireyler meydana gelir. Örneğin insanda zigotun bölünmeye başlamasında yetişkin bir birey olana kadar geçen süreçte trilyonlarca hücre oluşur ve farklılaşır.
   Canlıların belirli bir ömür uzunlukları vardır ve bu ömür uzunlukları canlıya göre değişebilir. Örneğin mayıs sineklerinin erginleri sadece bir gün yaşarken bazı ağaç türleri yüzlerce yıl yaşayabilmektedir.