21 Ocak 2011 Cuma

Simya

   İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamasında deneme-yanılma yoluyla keşfettiği deneyimler daha sonra onların kısa sürede zengin ve ölümsüz olma hayallerine kapılmasına neden olmuştur.

   İnsanların zengin olma hayali, diğer madenleri en değerli maden olan altına çevirme çabasıyla başlar. İlk Çağlardan beri altın hep değerli olmuştur. Değersiz madenleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirebilme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksiri bulma uğraşına simya (alşimi), bu işle uğraşanlara da simyacı (alşimist) denir.

   Simyacı teorik temelleri olmayan deneme ve yanılmaya dayanan çalışmaları içerdiği ve sistematik bilgi birikimi sağlayamadığı için bilim değildir. Ancak simyacıların kimyaya geçişin öncüleri olduğu, pek çok araç ve gereç geliştirdikleri göz ardı edilmemelidir. Örneğin; simyacılar 17. yy ortalarına doğru maddedeki elementlerden birinin yanmaya neden olduğunu ileri sürmüşler ama bu görüş ateşin maddesel bir cisim olamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Alman simyacı Johan Joachim Becher (Yohan Yoakhim Beker) (1635-1682) bu öneriyi gözden geçirerek “Terra Pinguis” (Terra Pinguis) olarak adlandırılan “ateş elementi”nin yanma sırasında kaçıp giden bir nesne olduğunu varsaymıştır. Daha sonra bu nesne “filojiston” (ateş ruhu) olarak adlandırılmıştır.

   Yanma olayı, yanlıi da olsa yapılan ilk tanımlamaya göre yanıcı olan cisimler ve yanıcı olmayan filojistondan oluşmuştur. Becher’e göre metal oksitler birer element, metaller ise kül (metal oksit) ve filojistondan oluşan birer bileşiktir. Oysa günümüzde bu tanımlamalar tamamen farklı yapılmaktadır.

   Simyadan kimya bilimine aktarılan önemli bulgular arasında barut, madenlerin işlenmesi, metaller üzerindeki çalışmalar, mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyaması, seramik, cam ve esans üretimi vb. sayılabilir.

   Roma ve Bizans İmparatorluklarında, daha sonra da İslam ülkelerinde kimya alanında pek çok ilerleme olmuştr. “Dört öge kuramı” (su, toprak, ateş, hava) ve elementlerin dönüşümüne ilişkin düşünceler, İskenderiye’de ve daha sonra da İslam âlimleri Cabir, Razi ve İbni Sina tarafından geliştirilmiştir.

   Kimya pratiği açısından Arap âlimleri, daha önceleri keşfedilmiş, damıtmada kullanılan imbiği geliştirmiş ve büyük oranda esans damıtılmasında kullanmışlardır. Orta Çağ simyacıları demir(II) sülfatın (vitriyol) damıtılmasından sülfürik asit (zaç yağı), demir(II) sülfatın ve potasyum nitratın birlikte damıtılmasından nitrik asit (kezzap), demir(II) sülfat ile yemek tuzunun (sodyum klorür) damıtılmasından ise hidroklorik asit (tuz ruhu) elde etmişlerdir. Farklı anorganik maddelerin elde edilmesini öğrenmişlerdir. Teknik alanda ilerlemeye karşın, maddelerin yapısı konusunda daha çok Aristo ve onun izleyicilerinin görüşleri egemen olmuştur.

   Orta Çağ Avrupası’nda sülfürik asit iki ayrı yöntemle elde edilebiliyordur. İlkinde vitriyol ya da şap, kil kaplarda kızıl oluncaya kadar ısıtılarak diğerinde ise güherçileye (KNO3 – Hint  güherçilesi, NaNO3 – Şili güherçilesi) kükürt katılıp su dolu bir kap içinde yakılarak elde edilebiliyordu.

   Sülfürik asit anca 18. yüzyılın ikinci yarısında sanayinin ilgi alanına girmiştir. 1744 yılında indigonun (çivit otu) sülfürlenmesiyle yün boyamacılığında kullanılan yeni bir ürün elde edilmesi sülfürik asidin önemini artırmıştır. Sülfürik asit ayrıca ağartma işlemlerinde de kullanılmıştır.

   Nikholas Le Blanc (Nikolas Lö Blacnk)’ın sodyum karbonatı ham madde olarak kullanmaya başlaması üzerine sülfürik asit sanayinin temel maddesi hâline gelmiştir. Sanayi, böylece sülfürik asidi Le Blanc yöntemi ile üretmeye başlamıştır. Sülfürik asit, simyacılar tarafından bulunan, birçok kullanım alanı olan bir maddedir. Aşındırıcı özelliği olduğundan, boyacılıkta yararlanılan bazı maddelerin hazırlanmasında, altın ve gümüşün saflaştırılmasında vb. durumlarda kullanılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder